Yazar: Av. Arb. Bahar Nalan Danış

İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşın soğuk yüzüyle, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı operasyonla dünya olarak tekrar yüzleşiyoruz. “Savaş suçu” gibi, kimi zaman doğru kimi zaman yanlış şekilde kullanılan bazı terimleri bu vesileyle tekrar duymaya başladık. Gündemdeki kavram kargaşasına bir nebze açıklık getirmek için, ilgili hukuki düzenlemeleri bu yazımızda incelemek istedik.

Savaşın Kuralları ve Savaş Suçları

Uluslararası Hukukta, milletlerarası anlaşmalarda “savaş” kavramı için ortak bir tanım yapılmamıştır. Bunun sebebi, bir çatışmanın savaş sayılıp sayılmayacağı hususunda devletlerce objektif bir kıstasın benimsenememiş olmasıdır.

Çatışmalar sırasında sivillerin korunması gibi şartlar ile, savaşan taraflar ve diğer devlet ilişkilerinin düzenlendiği hukuki normlar bütünü “Savaş Hukuku”nu oluşturmaktadır. Savaş Hukukunun kurallarını Teamül Hukuku (yerleşik teamüller, insanlık onuru, kamu vicdanı gibi) ve Uluslararası Sözleşmeler oluşturmaktadır.

Tüm savaş suçlarının tanımlandığı tek bir anlaşma bulunmamakla birlikte, farklı sözleşmelerle düzenlemeler getirilmiştir. Bu kapsamdaki ilk adım, 1864 tarihinde Cenevre’de imzalanan Savaş Alanında Yaralıların Durumunun İyileştirilmesi Sözleşmesi olup, bundan sonra özellikle Dünya Savaşlarını takiben birçok milletlerarası anlaşma yapılmıştır. En önemlisi de 10 ve 18 Ekim 1907 tarihli La Haye Sözleşmeleridir. La Haye sözleşmelerinde, sözleşme hükümlerini ihlal eden devletin tazminat ödemekle yükümlü olduğu ve silahlı kuvvetlerine mensup kişilerin eylemlerinden sorumlu tutulacağı esası getirilmiştir.

  1. Dünya Savaşı sırasında ise siyasi, dini ve ırksal saiklerle yapılan ihlallere ilişkin çalışma yapmak üzere 1943 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Savaş Suçları Komisyonu kurulmuştur. BM’nin bu çalışmaları neticesinde, “İnsanlığa Karşı Suçlar”ı da içeren Nuremberg Şartı oluşturulmuştur. 2. Dünya Savaşı suçlularının yargılandığı Nürnberg (1945) ve Uzak Doğu Uluslararası Askeri Ceza Mahkemeleri (1946) savaş suçlarının tanımlanması ve uluslararası kamuoyu tarafından benimsenmesini sağlamıştır.

İşte bu şekilde “Savaş Hukuku”nu oluşturmuş gelişmeler neticesinde, genel olarak 3 prensip benimsendiğini söyleyebiliriz;

  1. Gereksiz acı ve ölümlerden kaçınılması,
  2. Sivillere, hasta ve yaralılara, ele geçirilen esirlere insanca davranılması,
  3. Barışın geri getirilip sürdürülmesinin hedef olması.

Savaşta yalnızca; silahlı kuvvetler, silahlı kuvvetlerin ve malzemelerinin bulunduğu binalar, niteliği gereği askeri harekata katkı sağlayabilecek unsurlar, yok edilmesi, ele geçirilmesi veya devre dışı bırakılması askeri avantaj sağlayabilecek unsurlar hedef alınabilir. Bunlar dışında sivil halk, bina ve mallara saldırılması “Savaş Suçu” teşkil eder. Ancak bunun da bazı istisnaları vardır:

  1. Sivillerin de silah ya da kuvvet kullanması durumunda, sadece bu çatışmalar sırasında,
  2. Sivillerin askeri hedeflerin çok yakınında, aynı hedef sayılacak şekilde bulunması durumunda,
  3. Sivillerin, saldıranın elde edeceği askeri avantaja oranla aşırı zarara uğramayacağı durumlarda.

Dünya Savaşlarında alınan dersler neticesinde 1949 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmeleri ile savaş kavramı yerine “silahlı çatışma” kavramı kullanılmaya başlanmış ve bu kavramın kapsamı giderek genişletilmiştir. Böylece yalnızca devletler arası savaşları değil iç çatışmaları da kapsamak üzere, bir üst bir başlık olarak “Silahlı Çatışma Hukuku” getirilmiştir. İster uluslararası ister yerel olsun, çatışmaya katılmayan sivillerin korunması kapsamında “İnsancıl Hukuk” kavramı ortaya çıkmıştır. Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. Maddesi uyarınca, çatışma tarafının “İnsancıl Hukuk Kuralları”nı uygulaması gerekir. Bu madde ile mutlak insanlık değer ve ilkelerin her durumda uygulanması amaçlanmıştır.

Bu tarihten sonra ortaya çıkan çatışmalar neticesinde kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (1993) ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesinde (1994), savaş suçları İnsancıl Hukuk Kuralları çerçevesinde değerlendirilmiş ve adaletin tesisi sağlanmıştır.

Barışın Hukuku

Savaşlar tarihi aynı zamanda barışın da tarih ve hukukunu oluşturmuştur. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının yol açtığı büyük yıkım, milletleri savaşın önlenmesi yolunda çaba göstermeye yönlendirmiştir. Bu yoldaki en büyük adım, 1945’te “Birleşmiş Milletler Antlaşması” ile BM Teşkilatı’nın kurulmasıdır. BM Antlaşması, sadece savaşı değil, her türlü kuvvet tehdidini ve kullanılmasını yasaklarken, ancak şu hallerde silahlı kuvvete başvurulabileceğini öngörmüştür;

  1. BM Güvenlik Konseyinin alacağı kararlar gereğince zorlama önlemi olarak,
  2. Üye devletlerin yasal savunma hakları gereğince bir saldırıya uğramaları durumunda,
  3. Bölgesel örgütler ve sözleşmeler kapsamında “zorlama önlemi” olarak,
  4. BM Genel Kurulu veya Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda, ilgili devletin rızasıyla barışı koruma kuvvetinin kullanılması durumunda.

Modern dünyada uluslararası düzenin temelini BM Antlaşması oluşturmaktadır. Artık savaş durumu devletlerin kendi iradeleriyle ortaya çıkarabilecekleri bir durum değildir, ancak hukuka uygun bir sebeple ortaya çıkabilir.

Bu Antlaşma temelinde, “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” (1948) gibi, başlık olarak “İnsanlığa Karşı Suçlar”ın ayrıca düzenlendiği birçok uluslararası anlaşma yapılmıştır.

Son olarak BM önderliğinde yapılan Roma Statüsü ile, günümüze kadar yaşananların birikimine dayanan “Uluslararası Ceza Divanı” kurulmuştur. Statünün yürürlüğe girmesi 2002 yılını bulmakla, bu tarihten sonra işlenen suçları yargılamaya yetkilidir. Divan’da şu anda özellikle Afrika ülkelerinde savaş suçlarına karışmış birçok kişinin yargılaması sürmektedir.

İyi ki Hukuk Var…

  1. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olmuş, savaşlar cephe gerisini de etkilemiş, kitlesel yıkımlar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bu savaşlarda işlenen suç ve soykırımların caydırıcı bir mekanizma eksikliğinden meydana geldiği net olarak anlaşılmıştır.

Mevcut durumda dünyanın çeşitli coğrafyalarında süren çatışmalarda işlenen suçlar da bir gün mutlaka yargılanacaktır. İnsanlık var olduğu sürece savaş olacak ancak insanlık onur ve şerefinin, çevre ve doğanın korunması hukuk sayesinde mümkün olacaktır.

Av. Arb. Bahar Nalan Danış